








































Study with the several resources on Docsity
Earn points by helping other students or get them with a premium plan
Prepare for your exams
Study with the several resources on Docsity
Earn points to download
Earn points by helping other students or get them with a premium plan
Community
Ask the community for help and clear up your study doubts
Discover the best universities in your country according to Docsity users
Free resources
Download our free guides on studying techniques, anxiety management strategies, and thesis advice from Docsity tutors
Russian Fedaration Foreing Policy
Typology: Papers
1 / 48
This page cannot be seen from the preview
Don't miss anything!
Doç. Dr. Erel Tellal Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Özet Bu çalışmanın temel sorunsalı Soğuk Savaş sonrasında RF’nin dış politikasıdır. Öncelikle Rus dış politikasını belirleyen etkenler masaya yatırılmıştır. Ardından, SSCB’nin ardılı sıfatıyla uluslararası kapitalist sisteme eklemlenme sürecinin yaşandığı Yeltsin dönemi ele alınmıştır. Son olarak başkanlık süresi sona eren Putin dönemi mercek altına alınmıştır. RF, SSCB’nin ardılı sıfatıyla bu dönemden gelen süreklilik güçlerinden etkilenirken, uluslararası sisteme eklemlenen yeni bir devlet olarak kabuk değiştirmiş ve büyük bir dönüşüm yaşamıştır. Bu dönüşüm dış politikasına da yansımıştır. SSCB’nin dağılmasının ardından geçen yirmi yıla yakın zaman içerisinde ardılı olan RF önce büyük bir çöküntüyle sendelemiş, sonra toparlanmaya başlamıştır. Bu özelliğiyle küllerinden yeniden doğan anka kuşuna benzetilebilir. Anahtar Kelimeler: Rusya Federasyonu, dış politika, Rus Dış Politikası, Yeltsin, Putin.
Phoenix: Foreign Policy of Russian Federation Abstract The main problematic of the present study is the foreign policy of the Russian Federation in post- Cold War era. First of all, the factors that affect Russian foreign policy are discussed in detail. Then, the Yeltsin era, in which the country went through a process of articulation to the international capitalist system as a successor State of the USSR, is analysed. Finally, the following Putin era is scrutinized. The Russian Federation, being affected by the continuity powers of its prodecessor, the USSR, has also altered itself as a new State being articulated to the international system and thus undergone a dramatic transformation. This transformation has shown itself in the country’s foreign policy as well. In some 20 years passed since the dissolution of the USSR, the Russian Federation has first faltered to a great extent and then started to recover gradually. Due to this characteristic, it can be resembled to Phoenix that rose out of its ashes. Keywords: Russian Federation, foreign policy, Russian Foreign Policy, Yeltsin, Putin.
190 z Ankara Üniversitesi SBF Dergisi z 65-
∗ Değerli Hocam Prof. Dr. Oral Sander’in önerdiği gibi, “phoenix” yerine kullanılmıştır (Sander, 1993: 11).
192 z Ankara Üniversitesi SBF Dergisi z 65-
Mayıs 2008’de başlayan Medvedev Dönemi incelemeye alınmamıştır. Bunun birkaç nedeni vardır. Öncelikle, bu dönem sürmektedir. Yapılacak değerlendirmeler eksik kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Sonrasında bunun Putin Dönemi’nin devamı olup olmadığı tartışmaları yoğunluk kazanmıştır. Böyle olup olmadığını değerlendirmek için bile beklemeye gereksinim vardır. Yine de, dış politikaya ilişkin çok önemli gelişmeler söz konusu olduğunda, bunlara değinilmeden geçilmeyecektir.
Son olarak şu noktanın altını çizmek gerekir. Devletlerin belirli dönemlerde izledikleri dış politika incelenirken tarihsel bağlamına oturtulmalı ve günlük “sloganvari” söylemlerden uzak durmalıdır. Çalışmanın temel kaygılarından biri de bunu başarabilmektir.
SSCB’nin yıkılmasının ardından RF’de dış politikanın saptanmasında rol oynayan etkenlerin başında uluslararası sistemdeki belirsizlik gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan iki kutuplu sistem taraflardan birinin yıkılmasıyla sona ermiş ve 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla “Soğuk Savaş”ın sona erdiği söylemi egemen olmuştur. 1 SSCB’nin yıkılmasından sonra ABD “yeni Roma” adı altında hegemonyasını dünya çapında inşa etmeye çalışmaktadır. Bunu yaparken önce Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezi öne sürülmüş ve insanlık tarihinde en mükemmel düzeyin “piyasa ekonomisi, demokrasi ve insan hakları” temelinde yakalandığı savunulmuştur. Bu tezle “Batılı ekonomik/siyasi devlet yapılanmaları” “uygarlık” yaftasıyla dünyanın geri kalanına dayatılmaya başlanmıştır ve sürmektedir. Ardından Huntington’ın “uygarlıklar savaşımı” tezi ortaya atılmış ve bununla da açıkça iki kutuplu sistemdeki “komünizm tehdidi”nin yerini “İslam [ya da moda deyimiyle ılımlı İslam’a da düşman olan ‘radikal İslam’(!)] tehdidi” almıştır. Bütün bu olanlar 11 Eylül’den sonra başlamış gibi gösterilmeye çalışılsa da, bu tarih öncesinde 100 ülkede 60 bin asker bulunduran ABD, Afganistan operasyonuyla birlikte ( Ekim 2001) Orta Asya’ya da girmiştir (Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’daki üslerden sonra Gürcistan’a askeri danışmanlar göndermiştir). Mart 2003’te, neredeyse bütün dünyanın karşı çıkmasına karşın Irak’ı işgalinin ardından bu ülkedeki petrol kaynaklarına el koyması (süreç henüz sona
1 Soğuk Savaş’ın ne olduğu ve sona erip ermediğine ilişkin tartışmalar sürmektedir. Zira, blokun yıkılmasının ardından defalarca sona erdiği ya da yeniden başladığı değerlendirmeleri yapılmıştır (Tellal, 2002: 203-207).
Erel Tellal z Zümrüdüanka: Rusya Federasyonu’nun Dış Politikası z 193
ermemiş de olsa) hegemonya girişiminin başka bir göstergesi olmuştur. Zaten uzay, hava ve deniz üstünlüğünü elinde tutan ABD’nin bu kadar çok üs kurması ve 19. yüzyıla özgü emperyalist politikalar izlemesi bir yandan bu devletin Roma İmparatorluğu’na benzetilmesine yol açarken, diğer yandan yüzyılın başında ortaya atılan jeopolitik kuramlardan birini, “kara egemenliği”ni anıştırmaktadır. İlk kez 1904’te İngiliz coğrafyacı Sir Halford MacKinder’in öne sürdüğü bu kuram uyarınca “ heartland ” dünyanın en büyük doğal kalesidir. Buraya egemen olan dünyaya da egemen olur. Başlangıçta, doğu Avrupa’dan başlayarak tüm Avrasya’yı “ heartland ” içine alan Mackinder, 1943’te Lena nehrinin doğusunu bu merkez bölgeden çıkararak, neredeyse günümüzde “enerji savaşımları”nın yaşandığı bir coğrafyayla sınırlamıştır söz konusu alanı (Mackinder, 1943: 595-605). 2001’e gelindiğinde, Sungur Savran, varolan Türkiye-Kafkaslar koridorunun ardından, Orta Asya’ya açılan Pakistan- Afganistan koridoruyla birlikte “Avrasya hegemonya savaşları”nın başladığı konusunda uyarmaktadır bizleri (Savran, 2001: 204). Sonuç olarak, bir kısmı RF içinde kalan ve bir kısmı da SSCB’den ayrılarak RF’nin komşusu haline gelen Orta Asya-Hazar bölgesi dünyanın yeni enerji merkezi ve “yeni büyük oyun”un sahnesi haline dönüşmüştür.
ABD’nin hegemonya sürecinde yaptığı girişimlerden biri de iki kutuplu sistemde var olan nükleer dengeyi sağlayan ABM anlaşmasından çıkarak güvenliğine bir ön cephe kurma çabası olmuştur. Kamuoyunda yaygın biçimde tartışılmasa da günümüzün dünya barışı açısından en önemli tehlikesi nükleer dengenin bozulmuş olması durumudur (Tellal, 2007: 227-230).
ABD’nin dünya üzerinde hegemonyasını kurma çabalarına AB’nin genişleme süreci eşlik etmiştir. Doğu Avrupa’daki eski Demirperde ülkeleri bir iki istisna dışında birliğe katılmışlar ve RF sınırlarına dayanmıştır (hatta Kaliningrad AB içerisinde bir enclave olarak kalmıştır). Yatay genişlemede bu denli hızlı davranabilen AB dikey bütünleşmede güvenlik, dış politika, enerji gibi konularda ortak bir yol bulma sürecinde tıkanmış, ekonomik ve hukuki bütünleşmenin siyasi çatısını kuracak anayasa konusunda ilerleme sağlayamamıştır. Özellikle eski Yugoslavya’da çıkan çatışmalarda AB’nin etkin bir tutum gösterememesi bunun göstergesi olarak değerlendirilebilir.
İki kutuplu uluslararası sistem sonrasında dünya siyasetine damgasını vuran bir başka örgüt NATO’dur. Soğuk Savaş’ta iki kamptan birinin askeri örgütü olarak kurulan NATO, karşı blokun yıkılmasının ardından hızla görev ve işlev tanımlarını değiştirmiş ve üye sayısını arttırmıştır. Doğu Avrupa’yı içine alan örgüt, 1990’larda Balkanlar’da önemli işlev görmüş ve 2000’lerde de Afganistan’daki varlığını sürdürmektedir. NATO’nun bu dönemdeki dinamik yapısının göstergelerinden biri de, onu bir bağlaşma olarak nitelendirmemizi sağlayacak 5. maddenin ilk kez 11 Eylül 2001 sonrasında işletilmiş olmasıdır.
Erel Tellal z Zümrüdüanka: Rusya Federasyonu’nun Dış Politikası z 195
Kafkaslar’ın güneyi benzer bir durumdadır. Ukrayna ve Moldova’yı da katarak düşünüldüğünde bu bölgede RF ile Batılı devletler arasında yoğun bir etkinlik savaşımı yaşanmaktadır. Baltık devletleri ve Doğu Avrupa ekonomik anlamda AB’ye, askeri anlamda NATO’ya üyeliklerini tamamlamışlar, deyim yerindeyse “tampon bölge” olmaktan çıkarak “sınır”lara dayanmışlardır.
RF’nin bu sınır bölgelerinin yanı sıra bire bir ekonomik, siyasi çıkarlarının söz konusu olduğu (Hinditan-Pakistan anlaşmazlığının sürdüğü) güney Asya, (başta Irak, İran ve petrol fiyatlarını etkileyebilecek diğer Arap ülkelerinin yer aldığı) Ortadoğu ve (ABD karşıtı yönetimlerle öne çıkan) Güney Amerika gibi bölgelerdeki gelişmeler de dış politikasını doğrudan etkilemektedir.
Arbatov, Rus dış politikasını belirleyen etkenleri 1990’ların başında şöyle sıralamıştır (Arbatov, 1993: 6-8): Dağılma, ekonomik ve toplumsal bunalım, önderlik sorunu ve uluslararası sistemdeki değişim. Hiç kuşkusuz, dış politikanın bu ilk dönemdeki acil öncelikleri eski Sovyet coğrafyasında istikrarın korunması, bu bölgede yayılmacı emellerin önüne geçilmesi ve SSCB’den kalan bölgesel ve küresel sorumlulukların elden geldiğince yerine getirilmesi olmuştur (Arbatov, 1994: 13). Ancak, bu saptamadan da anlaşılacağı gibi temel vurgu “devletin bekası”na yani iç etkenleredir. Özellikle Yetsin döneminde yaşanan büyük dönüşümde devletin refleksi toprak bütünlüğü ve egemenliğini korumak üzerine olmuş, büyük bedeller ödeyerek bu sağlanmıştır. Buradan yola çıkarak dış politikanın iç dinamiklerine göz atmak açıklayıcı olacaktır.
RF başkanlık sistemiyle yönetilmektedir ve bu, güçlü bir başkanlık sistemidir. 2 Başkan dış politikayı bizzat belirler ve yürütür (Rannıh, 2000: 11). 1991 ve 1996’da yapılan seçimleri kazanan Baris Yeltsin, görev dönemi sona ererken, 31 Aralık 1999’da yaptığı televizyon konuşmasıyla görevinden ayrılmış ve kendisine “halef” olarak Vladimir Putin’i göstermiştir. 3 Yeltsin döneminde devlet yönetimi “oligarklar” ve “aile”nin elindedir (Treisman, 2002: 59).^4 Yeltsin görevi boyunca sağlık problemleriyle uğraşmış, 1988 ve 1996’da iki kez kalp krizi geçirmiştir. Alkol bağımlılığı skandallara yol açacak boyuta
2 Anayasa 12 Aralık 1993’te kabul edilmiştir. Türkçe metin için: (Coşar, 1999: 101- 203). 3 Yeltsin bu konuşmasında olabildiğince “duygusaldır: “…Rusya artık sadece ileriye doğru hareket edecek. Ve ben, tarihin bu doğal seyrinin önünde engel olmamalıyım” (Yeltsin, 2001: 322). 4 Yeltsin 23 Nisan 2007’de 76 yaşında öldü <http://www.ng.ru/politics/2007-04- 24/3_elcin.html> (11.3.2010).
196 z Ankara Üniversitesi SBF Dergisi z 65-
ulaşmıştır. 26 Mart 2000’de yapılan seçimleri ilk turda aldığı % 53 oyla kazanan Putin, vekaleten bulunduğu koltuğa 5 Mayıs’ta resmen oturmuştur. 5 14 Mart 2004’teki seçimlerde ise oyların % 71.3’ünü alarak arkasındaki halk desteğini arttırmıştır. Putin’le birlikte eski istihbarat ve askeri bürokrasisini anlatan “siloviki” yönetiminden söz edilmeye başlanmıştır (Shevtsova, 2006: 308). Putin RF için her şeyden önce siyasal istikrarı simgelemiştir. Belki de Yeltsin sonrasında kim gelirse gelsin, ondan daha iyi olacaktı, fakat Putin RF’de tam anlamıyla istikrar sağlamıştır. Diktatörlüğe eğilimi ve demokratikleşme sürecinden uzaklaşması konularında eleştirilse de, Putin’in iktidarı Yeltsin’le karşılaştırılamayacak kadar mutlaktır.^6 Bir başkası, Putin RF’de ekonomik istikrarı da sağlamıştır (GSMH’daki artış ve bunun halk arasında adil paylaşımı için yaptıklarının yanı sıra, oligarklarla, yolsuzlukla savaşımı da destek sağlamıştır Putin’e). Yine, Putin Çeçenya’daki direnişi “aşırı güç” kullanarak da olsa çözmüş ve güvenlik açısından da istikrarı simgeler hale gelmiştir. Son olarak, izlediği aktif dış politika ve uluslararası arenadaki yeriyle RF halklarının prestijini simgelemiştir. 2 Mart 2008 tarihinde yapılan Devlet Başkanlığı seçimlerini Putin’in adayı Dimitri Medvedev % 70 oranında bir oyla kazanmış 7 Mayıs’ta yemin ederek görevi devralmıştır. 7
Başkan’ın yanı sıra yürütmenin başındaki Başbakan’ın sorumluluğundan söz edilebilir. 8 Saptanan politikaların temsilen yönetimi ise Dışişleri
5 Putin ikinci kez seçildiğinde hakkında yazılanlardan birinin başlığı, Çeçen savaşı üzerinden kazandığını belirtmek üzere “Vayna i Vladimir” oldu: Vayna savaş; Vladi yönet; mir toplum anlamını taşıyor (Kamalov, 2004; Seiffert, 2004; Gevorkyan/ Timakova/Kolesnikov, 2000). 6 ABD “entelijensiyası” başlarda “ısrarla” bunu kabul etmek istememiştir. Örnek için: (Treisman, 2002: 58-72). Daha sonra da, Putin’i diktatörlüğe yeltenmekle eleştir- miştir. Özellikle muhaliflerini “susturması” Putin’in bu yönde eleştirilmesine yol açmıştır. Putin’e en ağır eleştirileri yönelten gazetecilerden bir olan Anna Politkovskaya’nın, hem de Putin’in doğum gününde bir suikaste kurban gitmesi bu izlenimi yaratan olaylardan yalnızca biridir. Politovskaya’nın bir eseri Türkçe’de yayınlanmıştır: (Politovskaya, 2006). 2000’de RF dışına kaçan eski FSB ajanı Yarbay Aleksandr Litvinenko’nun 23 Kasım 2006’da Londra’da zehirlenme sonucu ölmesi “muhaliflerin” ülke dışında da “susturulacağının” göstergesi olmuş, İngiltere ile RF arasında gerilime yol açmıştır (Litvinenko, 2008). 7 http://www.rferl.org/content/Article/1144063.html (28 Temmuz 2008). 8 RF’de Başbakan’ı Başkan atar, hükümeti ise Duma onaylar. RF’de uzun yıllar Başbakanlık yapan Çernomırdin’in ardından, Kriyenko (Mart 1998), Primakov (Ağustos 1998), Stepaşin (Mayıs 1999), Putin (Ağustos 1999), Kasyanov (Mayıs
198 z Ankara Üniversitesi SBF Dergisi z 65-
doğrudan bir ilişki söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında RF’de SSCB sonrasında yaşananlar öğreticidir. Merkezi ekonomiden liberal ekonomiye “hızlı geçiş” programı ülkede benzersiz bir çöküşe yol açmıştır. 10 “Perestroyka”yla başlatılan ekonomideki yeniden yapılanma süreci, 1990’da Harvard Institute of International Development ’ın “beyin takımı” tarafından hazırlanan “şok terapi programı”nın SSCB’nin yıkılmasının ardından uygulanmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. “Pazar reformu” adı altında doğrudan pazar ekonomisine geçilmesi hedeflenmiştir. Buna göre, devlet planlamasına son verilmiş, fiyatlar serbest bırakılmış, devlet endüstrisinin karşısında özel girişimcilerin rekabeti sağlanarak, devlete ait endüstri hızla elden çıkarılmıştır. Başlangıçta Başbakan vekili Yegor Gaydar’ın gözetimindeki plan daha sonra Anatoli Çubais tarafından “özenle” uygulanmıştır: 11 2 Ocak 1992’de ticari mallarda ücret denetimi % 90 oranında kaldırılmış, 1994 sonuna değin sanayinin ¾’ü “özelleştirilmiş” ve SMH’nın % 62’si özel sektör tarafından üretilmeye başlanmış; ama, üretim kalmamıştır.
“Reform”un ilk yılında sanayi üretimi % 26 oranında düşmüştür (1991- 1995 arasında bu düşüş % 46 oranında gerçekleşmiştir). 1991-1998 arasında GSMH % 43 oranında azalmıştır (1941-1945 arasında bu oran % 24’tü). 1990’da 100 ruble karşılığında alınan mal/hizmet için 1998’de 1.170.000 ruble ödenmek zorunda kalınmıştır. 2001’de RF’nin GSMH’sı 395 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir (ve Hollanda’nın 403 milyar dolarından azdır). SSCB sanayi ve üretim malları ihraç ederken, 2000’lere gelindiğinde RF’nin sanayiye dayalı ve teknoloji içeren tek ihraç malı silahtır. Bunun dışında, petrol ve doğal gaz gibi hammadde ihracı yapmaktaydı. Derlugian’ın deyimiyle, RF Almanya’ya petrol, İtalya’ya gaz ve Türkiye’ye fahişe ihraç eder hale gelmiştir. Bu özelliğiyle RF, uluslararası ekonomik iş bölümünde bir üçüncü dünya ülkesi görünümü vermiştir. Ekonomik çöküş toplumsal yapıda da kendisini göstermiştir: 2000’de resmi rakamlarla halkın 1/3’i fakirlik sınırı altında yaşıyordu (sınır, ayda 32 dolar). İşsizlik resmi rakamlara göre % 12, gerçekte ise % 20-25 dolayındaydı. SSCB’nin yıkılmasından sonra intiharlar iki kat, alkol nedeniyle ölümler üç kat artmıştır. Kadınlarda ortalama yaşam süresi 2 yıl azalmış ve 72’ye düşmüş, erkeklerde ise 4 yılla 57’ye gerilemiştir (erkekler için bu yaşam süresi Rusya’nın 100 yıl önceki ortalamasından daha düşüktür).
10 Bu konuda pek çok rakam verilebilir. Örneğin ülkenin SMH’sı 1990-1998 yılları arasında yarı yarıya azalmıştır. Yaşanan yüksek enflasyon nedeniyle 1990’da 100 rublenin alım gücünü 1998’de 1,170,000 ruble karşılayabilmiştir: (Goldman, 2003: 321). Süreci anlatan açıklayıcı bir çalışma için: (Kagarlitski,, 1996). 11 Uygulamalar ve sonuçları için: (Bedirhanoğlu, 2002: 217-233; Menshikov, 1999: 81-99; Derlugian, 2001: 5-31).
Erel Tellal z Zümrüdüanka: Rusya Federasyonu’nun Dış Politikası z 199
Nüfus, 1992-1997 arasında 5 milyon azalmıştır ve bu sayı ülkenin ikinci büyük kenti Peterburg’un nüfusu kadardır (2000’e değin her yıl 750.000 kişi azalmıştır). 12 1998 sonunda 2 milyon çocuk kimsesizdi (Bu sayı II. Dünya Savaşı’ndan daha fazladır). 10 milyon çocuk okula gidememekteydi. Moskova’da kayıtlı fahişelerin sayısı 70.000’di. Devlet konut, sağlık, çocuk bakımı ve eğitimden güvencesini çekmiştir. Doğal kaynaklar yağmalanmıştır. SSCB’nin yıkılmasından 2000’e değin ülkeden sermaye kaçışının 150 milyar doları bulduğu tahmin edilmektedir. 13
Bu çöküş ekonomiden devlet yapısına, toplumsal yapıdan değerlere her alanda yansımasını bulmuştur. Dış politika açısından baktığımızda ilk göze çarpan dış temsilciliklerin bütçesinin kısılmak zorunda kalması ve diplomatların aldıkları düşük ücretler olmaktadır. Maddi sıkıntılar diplomatların belini bükmüş ve bu meslek gençler için çekici olmaktan çıkmıştır. 1990’larda RF’nin güçsüz yapısı dış politikasının en önemli belirleyicisi olmuştur (Garnett, 1999: 328).
Ülke ekonomisinin bu kırılgan yapısı içerisinde büyük şirketler ve onlara sahip olan oligarklar 14 siyasete de damgalarını vurmuşlardır (Pipes, 1996/97:
12 1 Ocak 1992’de 148.7 milyon olan nüfus 2002 sayımında 143.6 milyona düştü. Bu düşüşte Avrupa’nın en yüksek ölüm oranlarına ve en düşük doğum oranına sahip olmasının de etkisi oldu (Powell, 2002: 344 ve devamı). 2006 sonundaki rakam 142 milyondur (Purtaş, 2007: 24). 13 1998’de, ki bunalım yılıdır, 17,6; 1999’da 14 milyar olan sermaye kaçışı 2000’lerde azalmayıp arttı ve 2005’te 36,5 milyar dolar oldu. 1997 ile 2005 arasındaki 9 yılda toplam 252 milyar dolar yurtdışına çıktı ki, bu rakam aynı yıl RF’nin safi milli hasılasının üçte birine eşitti (Hanson, 2006: 23). Ruslar yurtdışında gayrimenkul yatırımına da yöneldiler. 2004’te Londra’da satılan her 15 mülkten birini Ruslar aldı. (Hanson, 2006: 22). 14 Oligarkların çoğunluğunu SSCB dönemindeki “ nomenklatura ” (isimler listesi) oluşturmaktadır: Eski Petrol Bakanı, Lukoil’in yöneticisi Vahit Alekperov, eski Başbakan ve Lukoil’in yöneticisi Viktor Çernomırdin, Çernomırdin’in Başbakan yardımcısı ve Gasprom’un yöneticisi Rem Vahirev, SSCB döneminin Dış Ticaret Örgütü’nde üst düzey yönetici ve (şu an RF’nin nikel, platin, paladyum reservlerini denetiminde tutan) Norilsk Nikel’in sahibi Vladimir Potanin, eski Çukotka Valisi ve Sibneft’in eski sahibi Roman Abramovits (ki Chelsea takımının sahibi bu zat-ı muhterem 7.2 milyar sterlin ile İngiltere’nin en zengin adamıdır) bu isimlerin başında gelmektedirler. İstisnai durumlarda (kendi medya imparatorluğunu kuran Vladimir Gusinski , ya da ele geçirdiği otomobil fabrikasıyla işe başlayıp oligarklar arasına karışan Baris Berezovski gibi) 1990’larda yaşanan kaostan yararlanan “becerikli”ler de vardır. RF’de oligarklar eliyle denetlenen mafya grupları ekonominin % 70’ini ellerinde tutmaktadırlar (Oğan, 2003; Goldman, 2003: 321- 324).
Erel Tellal z Zümrüdüanka: Rusya Federasyonu’nun Dış Politikası z 201
artış tüm dünyada olduğu gibi Rusya coğrafyasında da etkilerini göstermiştir. 1986’daki fiyat dalgalanmasının (düşüşünün) SSCB’nin dağılmasındaki etkisinin ardından bir şok da 1998’deki dalgalanmada yaşanmış ve RF ekonomisi dibe vurmuştur. 2000’lere geldiğinde enerji fiyatlarındaki artış tam tersi bir etki yaratmıştır (Shevtsova, 2006: 311). Burada hiç kuşkusuz petrol fiyatlarının 2007’de 100 dolar düzeyine yaklaşmasıyla enerji satışından elde edilen gelir rol oynamıştır. Ancak, uygulanan akılcı politikaların hakkını vermek gerekir. Bir kere, Temmuz 2000’de kabul edilen 10 Yıllık Ekonomik Program’la RF, Yeltsin döneminin aksine, gelişmeleri denetleyecek bir çerçeve belirlemiştir. Bu program çerçevesinde bir yandan IMF’ye ve Paris Kulübü’ne olan tüm borçlar ödenerek ülke ekonomisi üzerindeki yabancı baskılar azaltılmış, 18 yolsuzluklarla ve oligarklarla savaşım yardımıyla vergilendirme sağlanarak geniş halk kesimlerinin bu gönençten yararlanması hedeflenmiştir. Putin dönemi politikaların hedefi ekonomiyi devletleştirmek değil, ama var olan ekonomik yapının devlet mekanizmasına zarar vermesinin önüne geçmek olmuştur. Yanı sıra, ileride tek tek bölge ve ülkeler üzerinde görüleceği gibi bu konuda bir kısıt altına girmekten kaçınarak ulusal çıkar yararına çıkışlar yapmaktan çekinmemiştir. Bu çerçevede örneğin 1994 tarihli Enerji Şartı Antlaşması’nı imzalamaya yanaşmamıştır. 51 imzacı devlet arasında enerji alanında arz, ulaşım ve yatırım konularında güvenliği ve istikrarı sağlamaya çalışan bu antlaşma RF’nin enerji manevralarında elini bağlayacak nitelik taşımaktadır (Federov, 2006: 8).
İzlenen politikalar sayesinde 2006’da RF dünyanın 12. büyük ekonomisi olmuştur. Ticaret fazlası 120 milyar doları aşmış; bütçe fazlası SMH’nın % 7,5’una varmış; 70 milyar dolarlık “istikrar fonu”nun yanı sıra uluslararası rezervleri 250 milyar dolara ulaşmıştır (Rozanov, 2006: 24; Wallender, 2006: 316). Bu durum RF’nin kendine olan güvenini artırmış, iç işlerine dış müdahale konusunda daha duyarlı davranarak “egemen demokrasi” kavramını öne sürmüştür. Bu çerçevede Putin’in eleştirilen “demir yumruk” politikasının bir boyutu da STÖ’ler konusunda yaşanmıştır. Aralık 2005’te yapılan bir düzenlemeyle Rusya’daki STÖ’lere yeni kayıt koşulları getirilmiş, üzerlerindeki denetim artırılmıştır. Bunda eski Sovyet coğrafyasında yaşanan rejim değişikliklerinde STÖ’lerin oynadığı rolün etkisi olmuştur hiç kuşkusuz. Putin, STÖ’lerin siyasal aktör rolü oynamasına karşı çıkmıştır. Üstelik bir de
Suudi Arabistan’la yarışır hale gelmiştir. 2009’da bunu 11 milyon varile çıkarmayı hedeflemektedir (Lavelle, 2004: 316; Hill, 2006: 344). 18 RF, IMF’ye olan son borcunu 3.3 milyar dolarlık ödeme ile Şubat 2005’te, Paris Kulübü’ne olan son borcunu da 23.7 milyar dolarlık ödeme ile 22 Ağustos 2006’da kapatmıştır ( Dünya Gündemi , 89/27 Ağustos-3 Eylül 2006).
202 z Ankara Üniversitesi SBF Dergisi z 65-
STÖ’ler üzerinden kara para aklama işlemlerinin yapıldığı öne sürülmüştür (Bacon, 2006: 24-25).
Sonuç olarak, Putin’in hedefi çağdaş ekonomik bir yapı kurmak, ekonomide oligarşik yapıyı ortadan kaldırmak, enerji kaynaklarının ulusal çıkarlara hizmet etmesini sağlamak, demokratik kurumların yıpranmasına yol açsa da mülkiyet hakkını korumak, yabancı sermayeyi ülkeye çekmek ve ülkenin dünyadaki eski gücüne kavuşmasını sağlamak olmuştur (Lavelle, 2004: 314).^19 Bu hedeflere ulaşmak, ancak SSCB’nin yapamadığını yani bilimsel teknolojik devrime ayak uydurarak, “kaba güçten, yumuşak güce geçerek” (Trenin, 2006: 93; Hill, 2006: 341)^20 mümkün olacaktır.
Dış politika üzerindeki iç etkenlerden söz ederken son olarak güvenlik kaygısından söz etmek yerinde olacaktır. SSCB’nin dağılmasının ardından onun ardılı olan RF’nin de aynı kaderi paylaşıp paylaşmayacağı özellikle 1990’larda gündemden inmeyen bir tartışma konusu olmuştur. 21 Toprak bütünlüğü söz konusu olduğunda ise ilk akla gelen kuşkusuz Çeçenya sorunudur. Çeçenya başta olmak üzere ayrılıkçı akımlar Rus dış politikasını olumsuz yönde etkilerken, eski Sovyet coğrafyasındaki istikrarın korunması kaygısı da belirleyici olmuştur. 22 Çeçen sorunu Rus dış politikasını derinden etkilemiştir. Her şeyden önce bölgedeki komşularıyla ilişkileri genellikle olumsuz etkilenmiştir (Ekici, 2002). 1994-1996 arasında yaşanan birinci savaş Çeçenya’yı çok boyutlu bir sorun olarak Yeltsin iktidarının karşısına dikmiştir. Ağustos 1999’da başlayan ikincisi ise Putin’in önce Başbakan ve ardından Başkan sıfatıyla iktidarını pekiştirmesinde önemli rol oynamıştır (Tellal, 2000:
19 Bütün bunları yaparken Putin hukuka dayalı bir devletin örgüt yapısını yeniden inşa etmeye çalışmıştır. Demokrasi de gereklidir, ama önce hukukun üstünlüğü! (Popov, 2007: 37-52). Bölgeler arası gelişme dengesizliğinden, bürokratik heyyülanın geri dönüşüne bu görüşe eleştirel bir bakış için bkz.: (Wood, 2007: 53-68). 20 Enerji kaynaklarını ulusal çıkarın ve bu doğrultuda yürütülen dış politikanın hizmetine sunma çabaları Putin’le değil, Yeltsin’in ikinci kez seçilmesinin hemen ardından Primakov döneminde başlamıştı (Holoboff, 1997: 19-22). 1998’de yaşanan ekonomik bunalım bu politikanın ürünlerinin alınmasını 2000’lere bıraktı. 21 Wallender, 1990’larda RF’nin ulusal çıkarlarını ve güvenliğini etkileyen beş önemli gelişmeden söz etmektedir: NATO’nun genişlemesi, Çeçenya sorunu, nükleer gücünü koruma, silah sanayini ayakta tutma ve ordusunu yeniden yapılandırma (Wallander, 1996/97: 14-15). 22 Çeçenya sorunu çok boyutlu ve karmaşık bir yapıya sahiptir. 1996’da Zelimhan Yandarbayev döneminde “şeriat” ilan edilmesi ve 2000’lere gelindiğinde Çeçen hareketinin uluslararası terörizme kayması belirleyici olmuştur (Abdullaev, 2004: 332-336).
204 z Ankara Üniversitesi SBF Dergisi z 65-
yetersizliğini 1993 Kasımı’nda ilan edilen “Karaganov Doktrini”^27 ile aşmaya çalışan RF, Nisan 2000’de yeni bir askeri doktrin benimsemiş, bu belgede çok kutuplu bir uluslararası sistemin gerekliliğinin altını çizmiştir (Kibaroğlu, 2000: 95-106). Hiç kuşkusuz ordunun içinde bulunduğu aczin en çıplak göstergesi Ağustos 2000’de Kursk nükleer denizaltısında 116 denizcinin canlı canlı denize gömülmesi olmuştur. Putin dönemiyle birlikte ordunun durumunun da düzeldiği söylenebilir. 2007’ye gelindiğinde ordunun temel öncelikleri sınır güvenliğini sağlamak 28 ve ABD’nin nükleer girişimlerine karşı hazırlıklı olmaktır. 5 Şubat 2010 tarihinde Medvedev tarafından imzalanan yeni Askeri Doktrin’de iki nokta öne çıkmaktadır. Biri NATO’nun genişlemesi (Trenin, 2009: 299-303)(ki burada kastedilen Ukrayna ve Gürcistan’ın üyelikleridir. Putin 10 Şubat 2007 tarihinde Münih’te toplanan Güvenlik Konferansı’nda bu soruna değinmiş; RF 2008 Martı’nda Bükreş’teki NATO Zirvesi’nde bu iki devletin üyeliklerinin savaş nedeni olacağını dile getirmiştir); diğeri ise ABD’nin kurmaya çalıştığı Füze Savunma Sistemi’dir (Goldman, 2007: 314-320).^29
ABD “hegemonyası” altında “geçiş süreci”ne bu “zayıflık” eklenince RF’nin iç ve dış politikalarına damgasını vuran etkenlerden bir de “kimlik bunalımı” olmuştur. 1990’lar hem içeride hem de dışarıda RF’nin “Batılı” mı yoksa “Doğulu” mu olduğu tartışmalarıyla geçmiştir (Baranovsky, 2000: 443- 458). Bu bağlamda ilk dönemde izlenen Batı yanlısı politika “Atlantikçiler”in üstünlüğü biçiminde değerlendirilirken, 1990’ların ortalarından itibaren izlenen politikalar sorgulanmaya başlanmış ve Primakov’un Dışişleri Bakanlığı ile birlikte “Avrasyacılar”ın denetiminden söz edilir olmuştur. Avrasyacılık jeopolitik açıdan ABD hegemonyasına karşı bir platform olarak algılanmıştır. 30 Putin’le birlikte iki akımın “sentezinin” sağlandığı söylenebilir.
27 Bu askeri doktrine göre RF, SSCB döneminin “nükleer silahlara ilk başvuran olmama” ilkesinden vazgeçmiş ve zorunda kaldığında bunları kullanabileceğini açıklamıştır (Tellal, 2001a: 542). 28 Soğuk Savaş sonrasında ABD hegemonyasının adım adım kurulması RF’nin güvenlik endişelerini arttırmıştır. Bu doğrultuda, ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte, Mart 2003’te Federal Güvenlik Servisi’nin yapılanmasında değişikliğe giderek Federal Sınır Koruma Servisi’ni ve Federal İstihbarat Birimi’ni de bu yapının içine almıştır. Bu düzenleme, Batılılar tarafından KGB’ye dönüş biçiminde değerlendirilmiştir (Bacon ve Renz, 2003: 26-27). 29 Putin’in Münih konuşmasının metni için: <http://eng.kremlin.ru/speeches/ /02/10/0138_type82912type82914type82917type84779_118123.shtml> (14 Nisan 2010). 30 RF’de Avrasyacıların en önemli ideoloğu Aleksanr Dugin’dir. 1997’de yayınlanan eserinde Rusya’nın “yeni” jeopolitiğini değerlendirir (Dugin, 1997). Türkçe bası-
Erel Tellal z Zümrüdüanka: Rusya Federasyonu’nun Dış Politikası z 205
Yeltsin ve Putin dönemlerinde izlenen dış politikaya geçmeden önce SSCB’den RF’ye kalan mirasın ne olduğu sorusuna yanıt vermek açıklayıcı olacaktır. Her şeyden evvel çökmüş bir ekonomi göze çarpmaktadır. Garbaçov döneminde başlatılan ekonomide yeniden yapılanma ( perestroyka ) ile bunu sağlamak için başlatılan politikada açıklık ( glastnost ) ve demokratikleşme süreci başarıya ulaşamasa da RF bu politikaları sürdürmüştür. Özellikle ilk yıllarda izlenen ABD ve Batı yanlısı politikalar aslında SSCB’nin son döneminin devamından başka bir şey değildir: Garbaçov’un “yeni düşünce”si uygulanmayı sürdürmüştür.^31 İzlenen ekonomi politikaları ve bunları uygulayan önderler aynı kişilerdir. İkinci olarak, ilkiyle bağlantılı biçimde çökmüş bir toplumsal yapıdan da söz edilebilir. Bolşevik ideolojinin yerine yeni bir tutunum noktası koyamayan RF’de “süper gücün vatandaşları” olmaktan çıkan bireyler/halklar, her şeyin kötüye gittiği ilk yıllarda ciddi bunalım yaşamışlardır. Bu bunalım başından başlayarak milliyetçi akımlarla ve Ortodoksluk başta olmak üzere (çünkü Müslüman unsurlar da söz konusudur) din unsuruyla doldurulmuştur. Ateist SSCB’den bir kopuş olarak RF’de din etkeninden söz edilebilir. Özellikle Putin döneminde gerek Ortodoks Kilisesi, gerek İslam dini hem iç hem de dış politikada etkili olmuştur. Üçüncü olarak eski Sovyet coğrafyasıyla zorunlu bağımlılıktan söz edilebilir. Gerek merkezi ekonomiden gelen karşılıklı bağımlılık, gerek buralardaki Rus azınlıklar ve gerekse aynı coğrafyayı paylaşıyor olmak ilk dönemde RF için eski Sovyet coğrafyasını dış politika önceliklerinde ilk sıraya taşımıştır.
Olumsuz mirasın yanında olumlu ve belki de çok daha önemli kalıt da söz konusudur. Birincisi, BM Güvenlik Konseyi’nde sürekli üyelik (ve buna bağlı olarak veto hakkı); ikincisi, nükleer silahlar ve (bilimsel-teknolojik devrimin ürünü olan bu teknolojiyi kitlesel üretime dönüştüremese de) uzay teknolojisi; üçüncüsü, kendisinin de Çarlık Rusyası’ndan devraldığı güçlü bir devlet yapısı/geleneği ve son olarak, gözardı edilemeyecek düzeyde yetişmiş bir insan kaynağı.
RF, SSCB’nin ardılı sıfatıyla bu dönemden gelen süreklilik güçlerinden etkilenirken, uluslararası sisteme eklemlenen yeni bir devlet olarak kabuk değiştirmiş ve büyük bir dönüşüm yaşamıştır. Bu dönüşüm dış politikasına da
mında Türkiye ile ilgili saptamalarını yumuşatmıştır (Dugin, 2003). Avrasyacıların değerlendirmesi için: (İşyar, 2004: 9-65). 31 “Yeni düşünce” ( Novaya mışlenıye , new thinking ) 1986’dan başlanarak uygulanma- ya başlanan dış politikadır: Temel olarak, ABD ile stratejik işbirliğine ve “Ortak Avrupa Evi”nin inşasına dayanır (Dallin, 1992: 71-85; McCauley, 1998: 65-87).
Erel Tellal z Zümrüdüanka: Rusya Federasyonu’nun Dış Politikası z 207
Orta Asya ve Kafkaslar’da yaşamsal çıkarları söz konusudur: Birincisi, bölge RF’nin “yumuşak karnı”dır. Köktendinci İslam ve etnik çatışmalar RF’nin toprak bütünlüğünü tehdit etmektedir. İkincisi, bölgedeki doğal kaynaklara duyulan gereksinim söz konusudur. Üçüncüsü, karşılıklı ekonomik bağımlılık (ticaret ve borç) sürmektedir. Dördüncüsü, askeri varlık sona ermemiştir. 33 Son olarak, bölgedeki Rus azınlık ve onların çıkarlarının korunması yönündeki kamuoyu baskısından söz etmek gerekir (Porter ve Saivetz, 1994: 77-80; Lepingwell, 1994: 71-72; Hyman, 1993: 205-208).^34 Öte yandan, RF’nin “yakın çevre” politikası çerçevesinde BDT üyeleriyle sürdürmeye çalıştığı ilişki Rus emperyalizminin yeniden canlanması” biçiminde yorumlara da yol açmıştır (Simes, 1994: 77). RF, başlarda Türkiye ve İran’ın Orta Asya ve Kafkaslar’da etkinlik çabalarından kaygı duyduysa da, bu kaygı her ikisi ile ekonomik işbirliği potansiyelini görmesinin önüne geçememiştir (Sorokin, 1993: 41-42).
Yeltsin döneminde RF’nin eski Sovyet coğrafyasıyla ilişkileri Batı’yla ilişkilerinin yanında hep ikincil önemde olmuştur. Kozırev’in ardından işbaşına gelen Dışişleri Bakanı Primakov, “bundan böyle Moskova’nın dış politikasında ilk sırayı BDT ülkelerinin alacağını” ilan ettiyse de,^35 1990’lar boyunca “Yakın Çevre Doktrini” gibi bu da kağıt üzerinde kalmıştır. Bunda bir yandan RF’nin iç politika sorunları öte yandan Orta Asya devletlerinin “devleti inşa” kaygısı rol oynamıştır. Kazakistan’da Nazarbayev, Türkmenistan’da Niyazov (Türkmenbaşı), Özbekistan’da Kerimov, Kırgızistan’da Akayev Moskova ile ilişkilerin “mutedil” gidişatının garantisi olmuşlardır. Tacikistan’da 1992- arasında yaşanan iç savaşta ve sonrasında barış sürecinde RF çok önemli rol oynamıştır. 36
Kafkaslar’da en önemli çatışma Ermenistan’la Azerbaycan arasında Karabağ’da gerçekleşmiştir. SSCB döneminde başlayan sorun, onun
33 1994 başında BDT’nin Rus olmayan devletlerinde 175 bin kişilik bir birlik vardı ve bu birlikler Rus silahlı kuvvetlerinin % 8’ini oluşturuyordu (Porter ve Saivetz, 1994: 82-83). RF dışındaki Rusları desteklemek üzere Doğu Avrupa’da yalnızca Moldova’da, Dinyester bölgesinde yaşayan Rusları desteklemek için General Lebed komutasındaki 14. Ordu kalmıştı (Ataöv, 1993). 34 SSCB dağıldığında BDT sınırları içinde 26 milyon Rus kalmıştır (Khasbulatov, 1994: 172;Nogayeva, 2007, Özcan, 2005). 35 Rusya basınında BDT’ye yönelme gereği İngiliz devlet adamı Palmerstone’un “sürekli dostlarımız ya da düşmanlarımız yoktur; sürekli çıkarlarımız vardır” özdeyişinde hareketle, 1995 sonlarında sıkça vurgulanmaya başlanmıştı ( Kommersant , 3 Ekim 1995, s. 17-19; Hakan Aksay, Cumhuriyet , 15 Ocak 1996). 36 Rus birlikleri barışı koruma gücü adı altında 1 Aralık 1992’de Tacikistan’a girmiştir (Kojokin, 2000: 44).
208 z Ankara Üniversitesi SBF Dergisi z 65-
yıkılmasıyla savaşa dönüşmüş, Sovyet artığı silahlar yardımıyla Ermeniler yalnızca Karabağ’ı değil, Azeriler’in yaşadığı bölgeleri de (Azerbaycan’ın % 20’si) işgal ederlerken RF olup biteni “uzaktan izlemekle” yetinmiştir. Hiç kuşkusuz bu uzak tutum Ermenistan’ın işine yaramış, Yeltsin gerek Türkçü Elçibey’e gerek eski politbüro üyesi Aliyev’e olabildiğince mesafeli durmuştur. Gürcistan ise Gamsahurdiya döneminde toprak bütünlüğünü yitirme noktasına gelmiş, Şevardnadze iktidarıyla Acarya, Abhazya ve Güney Osetya sorunları Tiflis açısından her hangi bir olumlu gelişme sağlanmaksızın sürüncemede kalmıştır. RF Gürcistan’daki askeri varlığını bu anlaşmazlıklar üzerinden sağlamıştır. 37 Diğer AGİT ülkelerinin desteğini sağlayan Şevardnadze, 1999’da ülkedeki iki Rus askeri üssünün kapatılması kararını Moskova’ya kabul ettirebilmiştir.
Kafkaslar’daki durum RF’nin güvenliği açısından önem taşımaktadır. İlk on yılda Çeçenya’da yaşananlar göz önüne alındığında bu durum daha kolay anlaşılacaktır. Nitekim RF, SSCB döneminden kalma AKKA’nın öngördüğü silah indirimini bu bölgede yerine getirmeyerek, uygulamaya gireceği 17 Kasım 1995’ten bir gün önce Kafkaslar’da Novorossisk limanının da yer aldığı iki bölgenin (Krasnodar ve Stavrapol) AKKA dışında tutulmasını önermiştir. Bunu yaparken “ rebus sic stantibus ” ilkesini öne sürmüş^38 ve güvenliğine ilişkin bu kaygılarını diğer ülkelere de kabul ettirmiştir.
Yakın Çevre’deki en önemli gelişmelerden biri 31 Mayıs 1997’de Ukrayna’yla Karadeniz Donanması’nın statüsüne ilişkin sorunun çözümünü sağlayan anlaşma olmuştur. Sivastopol’daki üssün yıllık 100 milyon dolar karşılığında 20 yıl süreyle kiralanmasıyla RF Karadeniz’deki askeri varlığını sürdürmüştür (Akan, 1998). SSCB sonrasında Transdinyester’de anlaşmazlık ufak çatışmaların ardından sona erdirilmiştir. 39 Eski Sovyet coğrafyasında RF ile en yakın ilişkiler kuran ve bitmek bilmeyen bir birleşme süreci yaşayan Lukaşenka yönetimindeki Belarus olmuştur. SSCB’nin dağılma sürecinde önde giden Baltık devletleri ise 1990’larda hızla Moskova’dan uzaklaşmışlar,
37 Rus birlikleri barışı koruma gücü adı altında 24 Haziran 1992’de Güney Osetya’ya, 4 Aralık 1994’te de Abhazya’ya birliklerini sokmuştur (Kojokin, 2000: 44; Yerasimos, 1995: 429-439). 38 (Lale Sarıibrahimoğlu, Cumhuriyet , 9 ve 16 Kasım 1995). AKKA, NATO ve eski Varşova Paktı üyeleri arasında 19 Kasım 1990’da Paris’te imzalanmış, SSCB’nin dağılmasından sonra 5 Haziran 1992’de yeni devletler Oslo’da anlaşmaya taraf olmuşlardı ( Cumhuriyet , 18 Kasım 1995). 39 Dinyester’de çatışmalar 21 Temmuz 1992’de durdurulabilmiştir (Kojokin, 2000: 44).